İnsanlık Mı Ölmüş Burada Yoksa İnsan Mı?

Güzel ve tatlı bir bayram gününden, kuş seslerinin eşliğinde sıcak bir Afrika gününde kamelyada oturup sizleri selamlıyorum. Bloğumu takip edenler ve benim için uzun bir ara olduğunun farkındayım ancak gerek hastanede işlerin yoğunluğu, gerekse sizlere daha güzel bir yazı oluşturma fikri ile yeni izlenimler edinme ve bu gözlemlerin bolca resimlerle süslenebilmesi için bu süre gerekli oldu. Bu yazımda size özellikle geçtiğimiz Ramazan ayında buradaki fakir insanlara maddi yardımlarını ulaştıran hayırsever kişilerin ki bu kişilerin bence kalbindeki insan sevgisinin dil, din, ırk ve kilometreler tanımayıp buralara kadar uzanmakta olduğunu göreceğiz.

Baştan beri aslında sizlere burada yokluk ve yoksulluk manzaraları sunduğum olmuştu ama bu sefer bu insanların ev olarak tanımlanmayacak yerlerinde nasıl yaşadıklarını, nasıl bir hayat sürdüklerini yakından görme ve bunları hayal etme imkânımız olacak. 

Bizim öncelikle Türkiye’den gelen yardımlarımızı almamızdaki kilit taşı vazifesi gören Nyala’da ki Yılmaz Hocanın ve hastane satın alma bölümünde çalışan Abdullah abinin dikkatli, titiz ve özverili çalışmalarıdır. Türkiye’den buraya uzanan yardım köprülerinin ihtiyaç sahibi insanlara ulaşmasındaki emekleri yadsınamaz. Burada para değerinin ne kadar düşük olduğunu ve enflasyonun ne kadar yüksek olduğunu belirtmiştim ama şöyle anlatmaya çalışayım size; diyelim ki 1000 dolar bir paranızın sudan pound (çine) olarak teslim alınması yaklaşık bir çuval para demek. Bunun herkese eşit pay edilip, düzenlenip o şekilde ayrıştırılması ise ayrı bir mesai tabi. Ancak dağıtımda bundan daha büyük bir problem daha var ki o da yardım dağıtılan yerlerde sessiz ve hızlı bir icraat ortaya koyma gerekliliğiniz. Yoksa bir anda ne olduğunu anlamadan yüzlerce çocuk ve insanın sizin etrafınızı sardığını ve bir insan yığını tarafından linç pozisyonunda kaldığınızı görebilirsiniz. Bu yüzden araba ile ne kadar hızlı o kadar iyi. Ne kadar sessiz ve süratli bir o kadar daha güzel. Bir seferinde gündüz, iki seferde gece olmak üzere müşahede ettiğim bu izlenimlerimden bahsetmeye çalışacağım bu yazımda.  

  

Hastaneden Abdullah abinin bildiği güzergâhımıza doğru yola çıkıyoruz ve koca bir şehrin unuttuğu ve belki de yok saydığı, yolun bile doğru düzgün olmadığı mahallere geliyoruz. İç savaş ve sonrasında binlerce evsiz, yetim ve işsiz kalan insanların oluşturduğu bu yerlerde taştan bir yapı neredeyse yok. Ev dediğimiz yapıların kamış gibi otlar ve ip gibi kullanılan kuru ağaç kabuklarının birleştirilerek duvar benzeri yapılara dönüştürülmesiyle ve genellikle çatının ise çaput dediğimiz yırtık, eski elbise parçalarından oluştuğunu düşünün. Doğru düzgün bir yol, kapı veya ev diyebileceğimiz kamış duvarların arasında genellikle yer örtüsü yok. Ufak bir hasır sergi, demirden bir karyola ve birkaç kap, kaçak varsa o ev diğerlerinden iyi bile denilebilir hatta. Çoğunda çalışma imkânı kısıtlı bu şehirde çay, kahve satarak geçimini sağlamaya çalışan insanların oluşturduğu bu gettoların etrafında koşuşturan çocuklar mevcut ki bu çocukların bazıları şanslı ise beklenebilecek bir anne veya babası var.

Girdiğimiz ev manzaraları neredeyse birbirine yakın denebilecek şekilde ama bizlerin hiçte görmeye alışık olmadığı ev hali denilebilir. Bakıma muhtaç hastalar, yaşlılar ve bebeklerin bulunduğu bu evlerin zemininde fareler, örümcekler sanki bizleri karşılaması gereken evin birer üyesiymiş gibi ve ev sahibi küstahlığında karşımıza çıkıyorlar. Bizler ise hemen o evin en yaşlı kadını kimse onu esas ev sahibi bilerek onu aramaya koyuluyoruz kamış duvarlar arasında. Çünkü yokluk içerisinde bu evlerin ayakta kalmasını sağlayan en önemli şey burada aile bilinci ki bunu da sağlayan kadın oluyor. 

Burada kadın çalışıyor, doğuruyor ve evine bakıyor. Bizim ülkemizden tek farkı erkek cinayetine kurban gitmiyor. Çünkü burada bir erkeğin karısını öldürmesi kadar aşağılayıcı bir şey yokmuş. Eğer imkân varsa, genelde gördüğümüz kadarıyla kız çocukları hayattaki tek kurtuluş yolunun bu olduğunu bildikleri için erkek çocuklarına göre daha fazla okumaya meyilli ve istekliler. Aslında başka bir iç savaştan çıkmış ve kadın devrimi ile Afrika’nın önemli ülkesi haline gelmiş Ruanda bu konuda buraya örnek olabilir. Bunun içinse burada bazı tabuların yıkılıp, yıllarca din ve kültürel baskı ile kafalarda oluşan örümcek ağlarının temizlenmesi şart. Kadın her işte çalışabiliyorken, kendi yaşamak istediği hayatı, dışarda gezebilme isteğini, bir yerde oturma özgürlüğünü ve istediği kişi ile istediği zaman evlenebilme hakkını neden alamıyor acaba. Bence ülkemizde yaşama özgürlüğünü çoğu yönden elde etmiş olan kadınlarımızın bu değerlere sahip çıkması bizi gelişmemiş ülkelerden ayıran en büyük özellik. Bir toplum düşünün ki toplumun yarısını oluştursun ama hiç söz hakkı olmasın. Bunun modern cinsiyetçi kölelikten bir farkı olmadığı ise gün gibi aşikârdır.

Girilen her evde aynı yoksulluk ve yokluk varken, ufacık bir yardım bile bu insanların minnet ve sevgi ile sizlere yaklaşmasını sağlıyor. Hayatın tüm zorluklarına inat hayata umut ve mutluluk ile bakabilmeyi bilen bu insanların gözleri gibi yüzlerinde de mutluluğun resmini oluşturduğumuz için keyifliyiz. Ama hava gündüzleri 40 dereceye varan sıcaklıkta olduğu için bir süre sonra arabamız bozuluyor ve bu insanların eşeklerle getirebildikleri sularını arabamızın radyatörü için paylaşabildiğini görüyoruz. Zenginlik arttıkça insanların mallarını paylaşımı azalır derler ya işte bizde burada bunun ne kadar doğru olduğunu görüyoruz tersinden. Milyonları olan birinin malının yüzde biri olan bir milyonu vermesi mi, yoksa bin lirası olan birinin yüz lirasını mı vermesi olasıdır. Zenginlik burada para ile değil insanlıkla ölçülüyor.

         

İçeri girdiğimiz bir evde ben ve arkadaşım ev sahibi kadını ararken kamış duvarlar arasında bulunan 7-8 çocuk bizlere bakıyor meraklı gözlerle ve Abdullah abi annelerinin işte olduğunu öğreniyor. Bu sırada bizim kamış ev içlerini hızlı aramamız bu çocukları endişelendirmiş olacak ki bir anda evden kaçmaya çalıştıklarını gördük ufaklıkların. Yıllarca burada beyaz insanın yapmış olduğu zulüm aslında bizlerinde burada bir anda aynı kefeye konmamıza sebep oldu. Bu esnada ise 8 yaşlarında bir kızın 2-3 yaşındaki kardeşini sırtına alıp kaçan çocuklar kervanına katıldığını gördüğümüzde bir yandan gülüyorduk ama içimizde çok derin düşünceler hâsıl oluyordu aslında. Manatıma Gandi’nin dediği gibi ‘’Eğer bu dünyada gerçek barışı öğreteceksek ve eğer savaşa karşı gerçek bir savaş vereceksek, işe önce çocuklarla başlamamız gerekmektedir.’’

                                 

Yol tarifi için durduğumuz bir yerde at arabasının çektiği araba üstünde susamış bir bebeğine bidonla su içeren bir anne görüyoruz. Şefkat ve merhametin yok olduğunu düşünürken bazen bu coğrafyada, bir annenin çocuğuna gösterdiği sevgide bile bu davranışın yüceliğinin ve evrenselliğini her an karşımıza çıkabileceğini anlamış olduk. Bu yüce sevginin bir dili ve dini yok. Hz. Ali’nin dediği gibi; ‘’Merhamet olmaz ise fazilet kuru kelimedir.’’

         

                           

Gece karanlığında bu yerlere gitmek ise bambaşka oluyor doğrusu. Size yol gösteren yıldızların ve ayın ışığı altında tozlu ve dar sokaklarda yoksul evleri arıyorsunuz. Birimiz arabada bekleyip arabanın ışığı ile yol gösterirken, önden gidenler telefon ışığında kamıştan duvarlar arasında evin giriş kapısını el yordamı ile arıyor. Abdullah abi atılıp ev sahibini çağırıyor ve çabuklukla veren el, alan eli çok görmeden hızlı bir şekilde en uygun şekilde oradan çekiliyor. Gece manzarasında bu insanların en doğal halini ve bizi gündüz takip eden çocukların toprak üstüne serili hasırlardan uyuduklarını görüyoruz. Yastık, yorgan veya döşek yok buralarda, yıldızlık gökyüzü ise bu insanların örtüsü. Gecenin zifiri karanlığını yaran telefon ışığında aldıkları yardımı görmeleri bazen 5-10 saniye sürüyor, sonrasında başka yöne çevrilen ışığın yokluğunda elindekinin hissi ile yüzünde belli olan bembeyaz dişler gece karanlığına mutluluk resmi olarak nakşediliyor.

 



Vizontele filmindeki gibi bir evde bulunan televizyon başında toplanmış 15-20 çocuk ve yakın bütün evlerin kadınları bir ekrana bakarken biz giriyoruz fakir evlerden birine. Manzara o kadar samimi ve içten ki hemen bize ellerinde olan su, şerbet neyse sunmaya çalışıyorlar. 


Başka bir eve girip karanlıkta telefon ışığında demir karyola ararken bir kadın buluyoruz ve Abdullah abi kadına yardım için geldiklerini izah ederken kadının benim birbirine girmiş kabarık saçlarımı görmesiyle korkup beni şeytan sanması ve sıçraması bir oldu. Neyse ki kadını yatıştırıp, uykudan ayılmasını bekleyince işler tatlıya bağlandı ve bizi anlayışla karşıladı. 

Yine bir başka eve arkadaşlarla girdiğimizde bir hasır üstüne toplanmış 6-7 çocuğun oluşturduğu kardeşler birliğinin tablet ile oyuna daldığını ve beyaz insanı görmeleri ile korkarak sokağa kaçmalarının eşzamanlı gerçekleştiğini gördük. Babaları gülerek hemen kapıdan gelerek çocukları yatıştırdı ve hemen gene aynı misafirperverlik ile ellerindeki en uygun ikramı sunmaya çalıştılar.

                  


Yine bir başka evde iyi futbol oynadığı için madalyası olan çocukla çektirdiğimiz fotoğraftan sonra çocuğa gizlice ufak bir miktar harçlık veren arkadaşımı ve beni mahalle başına kadar takip eden koca yürekli çocuğu unutamadım. Aldığı bayram harçlığı sebebiyle sokağın başına giderek sürahi dolusu suyu minnet göstergesi olarak getirdiğini görünce acayip şekilde mutlu olduk.

Bayram öncesi dışarıya çıktığımızda ise bayrama hazırlık olarak herkesin evlerinin önlerindeki yolları ve evini süpürdüğünü, biriken ot ve çöp yığınlarını toplayarak yaktıklarını gördük. Sanki gece sis çökmüş gibi her yer sis bulutu içinde, her yer puslu ve dumanlı bir hal almıştı. Girdiğimiz evlerde bayram hazırlığı için hamur kızartan, tatlı yapan ev sahipleri her şeylerini bizlerle paylaşmaya hazırlardı sanki.

Bir başka evde kadınlar saçlarını örerken, diğer birisi bizim eski zamanlarda kullandığımız kömür ütüsü ile elbiselerini ütülemeye hazırlanırken ütünün haznesini sıcak kor ile dolduruyordu.

      

Tüm bu görüntüler ve manzaralar arasında bizleri en çok etkileyen ise bir evde kemikleri seçilecek kadar zayıf yaşlı bir teyzenin elleri ve dizleri bükülü toprak zeminde yattığı görüntüydü ki o an bizler kadının ölmüş olabileceğinin bile düşünmüştük doğrusu. Kadının tek hayat emaresi attığı nabzıydı. Bulunduğumuz sürede yaşlı teyzenin tüm insanlıktan izole, yıldızların altında belki de yavaşça yaşadığını değil yavaşça öldüğünü anladık. Aslında biz insanların insanlığı ölüyordu Afrika’da gözlerimizin önünde. Türkiye’de insanlar oruç tutarken sadece öğün zamanını değiştirirken, burada insanlar gerçekten açlığı ve fakirliği tüm hayatlarıyla yaşıyorlar. Elimizden bu kadın için gelense  sadece elimizdekiler kadardı maalesef.

 ‘’Seni cennet vaadiyle kandırıp fakirliğe mahkûm edenlerin hayatlarına bir bak dünyada. Cenneti yaşadıklarını göreceksin!’’ (Charles D.)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nyala'da 24 saat!

Nyala'da Son Bir Adım